Bu Blogda Ara

28 Ekim 2013 Pazartesi

Ramazan Çakıroğlu: Pamuk Şekeri

Ramazan Çakıroğlu
[© Ramazan Çakıroğlu - KanalKultur] - Bir afeti devran olarak cümle âlemin dilinde dolaşıyordu. Herkesin dilinde bir "Pamuk Şekeri!".

Bir gün bir arkadaşıma dedim ki:

- Bu 'Pamuk Şekeri' kimdir?

O da:

- Dur sana anlatayım. Sen buralarda kaç yıldır yoksun, bilmezsin. Bir kadın var. İstanbul tarafından gelmiş. Üniversitede dil hocası. Eski ünlü güzellerdenmiş. Fakat görmelisin, bir afeti devran!

- Hayret, ben neden görmedim ki? Sonra nedir bu pamuk şekerinin özelliği?

Arkadaşım beni suçlarcasına sesini yükseltti;

- Nedir olur mu? Afeti devran diyorum. Yaklaşanlar cazibesine dayanamıyor, yörüngesine kapılıp gidiyor. Geçenlerde Pamuk Şekeri'yle uzun aşk yaşayan zengince bir iş adamı kanserden öldü. Ölmeden de Karataş'taki balıkçı barınaklarında geçirmiş son günlerini. Adamcağız borçlu gitmiş öbür dünyaya. Meslektaşları kendi aralarında para toplayıp, borçlarını kapatmışlar. Ben bunları sonradan öğrendim.

- Peki, bütün bunlarla Pamuk Şekeri'nin ne ilgisi var? Sonra senin ne işin var bu kadınla?

- Deli misin, Pamuk Şekeri diyorum sana. Bu kadının en büyük özelliği, paralı, yakışıklı ve biraz da mürekkep yalamış tipleri kendi yörüngesine çekmek ve kendi uzayında kaybetmek. Bir kere, bütün yaşamı boyunca, aşklarını hem kendi uzayında yok etmiş, hem de pamuk şekeri gibi yemiş. Bilirsin pamuk şekeri yumuşak, tatlı ve çok görünmesine karşın hiç doyurucu değildir. Yersin elinde tahta bir çubuk kalır. Onu da ilk çöp kutusuna atarsın. Olur biter.

- Vay be, diyebildim.

* * *

Ben bu sohbetleri unutmuşum. Aradan aylar geçti. Yine bir gün entelektüel özelliklere sahip bu iş adamı arkadaşımla sohbet ediyorduk. Nereden çıktıysa bu Pamuk Şekeri konusu açıldı. Arkadaşın bu konudan iyiden iyiye etkilendiğini görünce merak ettim doğrusu. Dedim ki; 'anlat hele şu Pamuk Şekeri hikâyeni. Belli ki çok yakın tanıyorsun ve konu açılınca heyecanlanıyorsun. Ama noktasına bile dokunmadan anlat' dedim. Arkadaşım sözü aldı ve noktasına dokundu mu, virgülü mü kaldı bilmem ama onun anlattıklarından kaleme alabildiklerim şunlar. Anlatanın yalancısıyım. Söz onun:

* * *

Bir bahar günü dostlarla bir kır kahvesinde otururken, uzun boylu, irice yapılı, uzun saçlı, sarışın, mavi gözlü bir kadının bizim masaya doğru yöneldiğini gördüm. Yönüm ona doğru olduğu için nedense dikkatle baktım. Bir telaş içindeydi. Gergince görünüyordu. Arkadaşların tümüne 'selam' dedikten sonra, elini ilk bana uzatarak sıradan hepimizin elini sıktı.

Masadaki bir arkadaşım;

- Tanıştırayım. Hocamız Gülay.

- Memnun oldum Gülay Hanım.

- Ben de

Söz sözü açtı, eğitim, şiir, sanat, öykü, felsefe, linguistik derken zaman geçti. Akşam olmuştu artık. Masadan arada kalkanlar oluyordu. Biz ise frekansı epeyce tutturmuş, sohbeti derinleştirmiş olmanın keyfine dalmıştık. Bir de baktım ki masada bizden başka kimse kalmamış.

- Ben de kalkıyorum.

- Aaa, geç olmuş, ben de kalkmalıyım.

- Bakın, isterseniz bu sohbeti sürdürebiliriz. Güzel bir gün oldu benim için. Uzun süredir bu konularda konuşmamıştım.

- Neden olmasın?..

Yanıtına güvenerek, meşhur bir kulübe davet ettim kendisini. Yemek ve içki derken saatler ilerledi. Geriliminin nedenini sordum. Sarı saçlarının ortasında kalan geniş yüzünden konulara göre anlamlar geçirerek, yalnız olduğunu, eğitim çağındaki çocuklarıyla birlikte yaşamla baş etmenin kolay olmadığını, zaman zaman gücünün azaldığını ve umutsuzluğa düştüğünü anlattı uzun uzun.

Bir ara tuvalete diye kalktı. Arkasından baktım ister istemez. Spor bir giyim içinde düzgün görünen bir bedeni vardı. Saçları omuzlarına düşmüş, boynunu bükerek, başını sola yatırmış, sol omuzu da hafif çökmüş gibi geldi bana. Geniş bir sırtı, geniş kalçaları pantolonundan taşmış, yürürken sağ kalçası bir yarımay çiziyor ama sol kalçası sanki ona direniyordu. Peki bedenin söylemek istediği neydi ki? Bunları düşündüğümü anlayınca hafif utanıp yere baktım. 'Neler düşünüyorum?' diye…

İlerleyen yemek sonunda artık geç olmuştu. Kulüpten çıkıp yürümeye başladık. Sessizliği bozmak için dedim ki:

- Ne tarafta oturuyorsun?

- Beyazevler.

- Çok temiz bir mahalle olmalı, dedim.

- Neden?

- Baksana adı bile kirlenmemiş.

Gülüştük..

Beyazevler deyince anladım ki önümüzde uzun bir yol var. Bu saate dolmuş bulmak ta zor. Hava da güzel. Eski barajın, parkın ve ağaçların arasından geçecek, mahallesine ulaşıp, onu bırakıp, ben de evime yürüyeceğim. Yolun iki yanında ökülaptüs ağaçları sıralanmış, gecenin sessizliği içinde konuşarak yürüyoruz artık. Bizi herhangi bir saldırıdan koruyacak olan, üzerimizdeki aleti de hazır hale getirip, en kolay ulaşılacak yere koydum. Çünkü burası adı üstünde Çukurova idi.

Sanki kırk yıllık tanıdıkmış gibi, aklı başında ve dengeli şeyler konuşuyoruz. Ama yorulmuşuz da. Hafif karanlıkta, ağaçların altındaki banklar birer, ikişer bizden geride kalıyorlar.

- Bir nefes alımı oturalım mı?

- Neden olmasın?

Bir banka oturduk. Epeyce de yakın oturmuş olmalıyız ki, çıplak kolu koluma değdi. Yüzüne baktım derince. O da baktı. Yarı aydınlıkta yakaladığım gözlerini yakaladım. Derinliklerine bakarak gülümsedim. Bu gülümsemenin peşinden başı sol omuzuma düşüverdi. Bunu hiç beklemiyordum. Kolum sırtıyla bankın arasında kaldı. Bir ara ne yapacağımı şaşırmış olmalıyım. Saçları kolumu örtüyordu. Bir süre öyle kalakaldık. Kolumu çekip, hafifçe saçlarına dokundum. Aynı anda yüzlerimiz birbirine çevrildi. Birden hızlandı her şey. Nefes nefese, karşılıklı tatlı sert bir oyun gibi. Anne sütüne ulaşmaya veya ana rahmine dönüşü çağrıştıran hamleler gibi bir şeyi yakalamaya çalışıyorduk. Gerisine ruhla beraber altı duyu da katılmıştı…

* * *

Yarınki gün tekrar buluştuk. Bölgenin en büyük parkları içinde uzun yürüyüşler ve söyleşiler yaptık. Bunu geceli gündüzlü daha sonraki günler izledi. En büyük hayali akademik yaşamla birlikte, yazın alanında da önemli bir isim olabilmek ve bu işten yaşamını kazanmaya katı sağlayabilmekti. Yine bir akşam, bu yürüyüşlerin birinde:

- Beni otogara götürür müsün? Ankara'dan kızım gelecek. Ama bizi çok yakın görmesin!.
Endişelenir. Bir erkek yaşamıma girecek diye ödü kopuyor.

- Yakın görse ne olacak. Sen sanat, kültür ve bilimle uğraşan bir kadınsın. Yanında arkadaşın olamaz mı?

- Olabilir ama, o öyle düşünmez.

- Ona insanlar arasındaki ilişkilerin özel yakınlık anlamında olmayacağını şimdiye kadar öğretmiş olmalısın. Sonra üniversite çağında bir kızın böyle düşüneceğini sanmıyorum.

- Olsun, yine de dikkat edelim.

Çok geçmedi. Beklenilen otobüs otogara girdi. Otobüs durur durmaz içinden boylu poslu sarışın bir kız el salladı. Sanki beni fark edince şöyle bir durdu gibi geldi. Ansıtmadım. Gülay da el salladı. Otobüsten indi ve annesine koştu gülerek. Sarıldılar. İki üç adım gerideydim. Göz göze geldik.

- Kızım Tülay, dedi.

- Memnun oldum, derken, kızın yüzü ani bulutlayan bir gökyüzü gibi karardı. Ve yüzünü görüş alanıma kapatmaya çalışıyordu. İkisini bir taksiye bindirip, ellerim cebimde uzaklaştım oradan…

* * *

Aradan birkaç gün geçmedi, yine haberleştik. Yine düştük o geniş ağaçlıklı parkın yollarına. Sanki biz parkı gezmiyoruz, park bizi koynuna alıyordu. Sandviçler yenildi, kolalarımız içildi. Kaçamak eski çekingenliklerin tümü geride kaldı.

- Biliyor musun kitapları topluyorum artık, deyiverdi.

- Neden? dememe gerek kalmadan.

- Doğrusu evi de topluyorum. Marmara Bölgesi'nden bir üniversiteden bir bölüm buldum. Oraya taşınacağım.

Çok şaşırmıştım.

- Yardıma ihtiyacın var mı? Yanında olmak isterim, dedim.

- Elbette. Hep yanımda ol lütfen. Yanımda olmanı isterim. Olmazsan olmaz bundan sonra? Sensiz düşünemem yaşamı.

- Neden bensiz düşünemiyorsun? Bu büyük bir iddia değil mi?

- Hayır. Çünkü biz geçen akşam sarıldık, bütünleştik, Ve hala devam ediyoruz..

* * *

Gülay kitaplarıyla birlikte evini de toplamaya başladı. Ne zaman doğrudan yardım önersem kibarca geri çevirdi. Kitaplar ve diğer eşyaların tamamı toplanmadan evini görmeme izin vermedi.

Bir akşam dedi ki:

- Yarın kamyon geliyor, kamyonu gönderip, akşam da Bursa'ya hareket edeceğim.

- Bu kadar çabuk mu?

- Evet, evet. Bir an önce gitmem gerek. Yoksa hem kazandığım kadrom tehlikeye girer, hem de burada bazı sıkıntılarım var. Onlar başıma dert olacaklar.

- Nerden geliyor bu sıkıntılar?

- Uzun hikaye. Bir arkadaşa kefil olmuştum. Yurt dışına kaçtı. İki üç banka birden üstüme kaldı. Şu sırada da çok sıkışığım. Yoksa evime icra gelmesi an meselesi..

- Elimden geleni yaparım senin için maddi veya manevi.

- Sağ ol canım. Bunu biliyorum. Sen olmasan ne yapardım bilmem.

Yarın ki gün evini apar topar yükledik. Yola çıkmadan elimizde kanaryası Prenses kaldı. Onu birine verdik. Kendisiyle benim de yola çıkmamı istiyordu. Ve yola çıktık. Yol boyunca bazen omzumda uyudu. Bazen arada masum öpücükler kondurdu. Uyku sersemine neler olduğunun tümünü anımsamak zor. Şimdi aklıma geldiğinde utansam da gecenin karanlığında, otobüsün içinde ellerime ıslak ve yumuşak şeyler değdiğini anımsıyorum. Eşyaları Bursa'da güvenli bir yere yerleştirdik. Kendisi ayrıca, üniversiteye yakın bir ev tutacak, eşyalarının çok azını yanına alacaktı. Ve tuttu da. Nasıl olsa yaz dönemiydi. İşlerde toparlandığına göre küçük bir tatili hak etmiştik. Oradan Ege'ye, Kumyaka diye bir yere indik. Deniz, kum ve manzarayı geniş odalı, sakin bir pansiyon tamamlıyordu. Hayli de huzurlu görünüyorduk.

Böyle bir tatilde neler paylaşmaz ki insan. Hele bir de felsefeye yakınsanız. Her özel ayrıntıya anlam yüklersiniz. Ve anlam yükledikleriniz bereket çeşmesi olur, doğa olur, doğadan bir parça olur. En mahrem yerlerde bile ya dişi bir aslanın ağzını seversiniz ya da kuzuların başını okşar, burunlarına kondurdukları dağ çileklerini yersiniz. Bu bereketi gece gündüz bir türlü de bitiremezsiniz. Arada çeşni bile katabilirsiniz, şeftalinin üzerine sıvı çikolata, çileklerin üzerine pudra tozu döküp, yeniden yeniden doyarsınız.

Tatlı sert bir dans seyrinde bir hafta geçti böylece. Ve onda manevi olarak adlandıracak çok şey buluyordum. Onsuz olamayacağıma ben de mi inanıyordum ne?.. Sonra ayrılma vakti geldi ve ben yaşanılanların sarhoşluğuyla Çukurova'ya döndüm..

* * *

Mesafe uzayınca, bütün bu güzellikler karşılıklı bilgisayar mesajlarıyla destekleniyordu. Örneğin elektronik postamda neler kalmış bakalım:

"Sana ait varlığı ve yokluğu kutsuyorum. Sonucu nasıl istersen birlikte belirleriz. Senin her şeyini seviyorum. - 4 Eylül 2000- ". "Seninle karşılaştırdığı için Tanrıya binlerce şükürler olsun. Ruhum ve bedenimdeki en kuytuların sahibi sensin. - 8 Eylül 2000- " 'Seninle bir kez daha doğdum. Yeni doğmuş bebeğin umutlarıyla sana bağlıyım. - 12 Eylül 2000- ". "Sen her şeye değersin. Seninle yaşamak daha anlamlı ve mutlu - 15 Eylül 2000- " "hoş geldin Aşkım. Duş alıp çıkıyorum. Seni arzuladım. Kaçta buluşalım? - 20 Eylül 2000- ". "İnsanda tüy konusunda ne düşünürsün? Olmalı mı? Olmamalı mı? Seni nasıl etkiler? Önceki gibi mi olsun? - 25 Eylül 2000- ". "Ölene kadar aynı yastığa baş koyacağız. Asla bırakmam. Sen de bırakma ne olur. Seni özledim bi tanem. - 28 Eylül 2000- ". "Sarılıyorum bir ömür kopmamayı düşünerek. Huzur bahçemizde yürümek üzere. - 3 Ekim 2000- ". "Mesajları sil artık. Bir sorun daha yaşamak istemiyorum. Kollarını özledim. - 10 Ekim 2000- ". "Anneme 'evde bir arkadaşımla kalacağım' dedim. Erkek mi diye sordu. Bayan dedim. Sen yazın oturmayacaksan yazın kirayı o ödesin dedi - 15 Ekim 2000- ". "Maddi olarak destek olamadığın sürece içinden çıkamam. Ben kendimi kurtardıktan sonra, desteğinin gereği yok. Korkuyorum. Bataklığa düşmemek için çırpınıyorum. Harcayacak kuruşum da kalmadı. - 20 Ekim 2000- ". "Senin de kitaplarını koruruz. Seni seviyorum tatlı adamım. - 25 Ekim 2000- ". "Umutsuzluğa düşme ne olur. Güçlü olmalıyız. Seni seviyorum. - 27 Ekim 2000- ". "Ay yüzlümü kadını öpüyor. Onu çok özledi. - 28 Ekim 2000- ". "Ulasal bayramın kutlu olsun. S.Ç.S. - 29 Ekim 2000- " "Merhaba. Amacım dost kalmak. Düşman olmak değil. Yoğun günler yaşadım. İyi günler sana - 4 Kasım 2000- "."Bir şey sorabilir miyim?. Prenses yaşıyor mu acaba, sorar mısın? Hoşça kal. - 12 Kasım 2000- ". "Bir haftadır Gümüşlük'te arkadaşlarlayım. Oradan onbeş günlüğüne Antalaya'ya geçeceğim. İstediğini dönünce yollarım. Parayı almadan yazıyı teslim etme. - 18 Kasım 2000- ". "Meteliksizim, kontürsüzüm, parasızım, arayamıyorum, gelemiyorum. Ne olur bağışla.. - 20 Kasım 2000- ". "Para yoksa bu iş yürümez arkadaş. İki çıplak bir hamama yakışır. - 1 Aralık 2000.- ".

* * *

Sözü alıp buralara kadar getiren arkadaşa;

- Eee, sonra?.. Ne oldu?.. Anlayamadım, dedim.

Onun böyle tepki gösterdiğini çok az görmüştüm.

'- Sen sordun, ben anlattım. Sen de kaleme aldın. Yazdığını okusana! Ne olduğu belli değil mi? Anlayamadım ne demek?'

- Anladıysam Arap olayım, dedim! [© Ramazan Çakıroğlu - KanalKultur]

[15 temmuz 2006]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder